Eskiden tanrılar çok daha farklıydı. Daha fazlalardı ve titanlara karşı kazandıkları savaştan sonra onlara verilen güç tanrıları bir uyuşturucu gibi etkisi altına almıştı. Kimseye bu güçten vermek istemiyorlardı ve her zaman çok daha fazlasını istiyorlardı. Her tanrının kendine özel bir gücü ve görevi olsa bile bu onlara yetmiyordu. Tanrılar arasında her zaman bir çekişme vardı. Zeus tahtını vermemek için çocuklarının gözlerini korkutuyor, çocukları ise onun tahtını ele geçirmek için ne gerekiyorsa yapıyorlardı. Arada ise kardeşler kendi arasında da savaşabiliyorlardı. Sparta ve Atina arasında geçen Pelonopossian savaşı bu güç kavgası için belki de en iyi örnektir. Dediğim gibi, o zamanlar her şey çok daha farklıydı.
Her zaman karanlığın olduğu yerde bir ışık, savaşın olduğu yerde de bir barış vardır. Tanrıların saraylarının bulunduğu Olimpos Dağı için de bu geçerliydi. Bunca güç savaşının, bunca bencilliğin ve kötülüğün arasında bile bunlara aldırmayan ve hatta bundan tiksinen bir tanrı vardı. Adı Helios'tu ve hayat veren güneşin tanrısıydı. Her sabah altın ve mermerden yapılmış sarayından beş atının bağlı olduğu arabasına biner ve gökyüzünde boydan boya gezinerek bitkilerin büyümesi, insanların gelişmesi ve hatta bazılarına umut verebilmesi için güneşi yönlendirirdi. Onun görevi insanlar için belki de en gerekli ve en zor olanıydı. Her zaman belli bir yükseklik seviyesinde gitmesi gerekiyordu. Çok yüksekte olursa dünya donar, çok alçakta olursa da dünya üzerindeki herkes ve her şey yanardı. Atları ise normal atlar değildi, dünya üzerindeki her attan çok daha güçlü ve çok daha iri atlardı. Helios aynı zamanda çok güçlüydü ki bu bahsettiğim atlardan beşini rahatlıkla dizginleyebiliyordu. Helios aynı zamanda akıllı ve cesurdu da. Eski tanrılardan olduğu için sahip olduğu gücü nasıl kullanacağını bilir ve sadece gerektiği yerde kullanırdı. Aslen titan olmasına rağmen bu diğer tanrılar arasında bir düşmanlığa sebep olmamıştı. Bir çok kez tanrılar onun gücünü kıskanıp tehditler savurmuştu ama Helios bunlara aldırmadı bile. O ne yapılacağını bilirdi ve sadece kendi işine bakardı. Belki de bu yeni tanrılar arasında en bilge olanıydı Helios.
Diğer tanrıların aksine Helios aynı zamanda sevgi doluydu da. İnsanlara karşı her zaman sevgiyle yaklaşmıştı ve güneş tanrısı olarak onları izlemek ve onlara sahip çıkmak için de bir fırsatı oluyordu. Ne zaman üstlerinden geçse aşağılara doğru bakar ve büyük bir sevgiyle onların çalışmalarını ve yaşamlarını izlerdi. Bütün tanrıların babası olarak sayılan Zeus'un bile insanlığa umudu yokken Helios'un vardı. Hatta Prometheus ateşi tanrılardan çaldığında, bütün tanrılar büyük bir öfkeye kapılırken Helios gizliden gizliye mutluydu. Bu ise bazı tanrıları rahatsız edebiliyordu.
İnsanlara bu kadar bağlı ve sevgi dolan olan biri, tanrı bile olsa, bazen onlara aşık olabilir. Helios'a ise bu oldu. Her zamanki gibi at arabasıyla gökyüzünde güneşi yönlendirirken görmüştü o kızı. Adını bilmiyordu, öğrenmek için de belli bir çaba sarfetmemişti. Ama o kızı gördüğü anda ona aşık olduğunu anlamıştı. Kızın altın sarısı saçları vardı, omuzlarının üzerine sanki altından birer iplik topluluğuymuş gibi dökülüyordu. Gözleri Ege denizinden bile maviydi ve insanı içinden etkiliyordu. Teni ise fildişi kadar beyaz ve mermer kadar pürüzsüzdü. Helios o gün işi bittiğinde ve altın ve mermerden yapılmış sarayında tahtında otururken, bütün gece boyunca onu düşündü hatta rüyasında bile onu gördü. Günler böyle geçti ve her geçen gün Helios'un o kıza olan sevgisi kat kat büyüdü. En sonunda ise kız tarlada yalnız başına çalışırken yanına ışınlandı. Kız karşısında güneş gibi parlayan sarı dalgalı saçlı, iki elmas gibi parlayan mavi gözlü, buğday tenli bir adam görünce şaşkınlıktan ve heyecandan dili tutuldu. Karşısındaki adam başındaki altın yapraklı taçtan ve üzerinde altın işlemeler bulunan kırmızı bir kitondan başka bir şey giymiyordu. Bir savaşçı kadar yapılıydı ama aynı zamanda bir geyik kadar da narin duruyordu bu adam. Adamın gözlerinde aşk ve istek vardı, kız bunu görünce daha da utandı. Helios güçlü kollarını kızın beline sardı ve ona orada sahip oldu. Sabah olduğunda ikisi de tarlada yatıyordu. Kız Helios'un kollarının arasında sevimli bir kedi yavrusu gibi uyuyordu. Helios sevgiyle kıza baktı ve yanağını okşadı. Sonra da usulca onu kollarının arasından çekti ve sarayına ışınlandı.
Kız her gece Helios'un rüyasındaydı. Her gece ona sahip oluşunu ve uyurken kollarının arasındaki beyaz güzel vücudu görüyordu. Hele o suratı ve gözleri hatırladıkça içini söndürülemez bir ateş sarıyordu. Ne zaman at arabasıyla günlük yolculuğuna çıksa gözlerini aşağılara çevirip kızı arıyordu, gördüğünde ise için onu görmüş olmanın verdiği mutluluk ve ona bir daha sahip olamayacak olmanın hüzünü çöküyordu. En sonunda kıza göz kulak olması için bir kaç peri görevlendirdi ve her gün ona rapor vermelerini söyledi. Kısa bir zaman sonra ise kızın Helios'dan hamile olduğu haberi geldi. İçini büyük bir mutluluk saran Helios perilere o kızı hemen sarayına getirmelerini emretti ve periler de bunu hemen yerine getirdiler. O günler tanrı hayatındaki en güzle günler oldu. Her sabah uyandığında aşık olduğu kızın suratını görüyor ve ondan çocuğu olacağı fikri ise onu mutluluktan deliye çeviriyordu. Tabi her zaman olduğu gibi Helios'un bu hali bir çok tanrıyı kızdırdı. Ama Helios onları umursamıyordu bile, o böyle mutluydu. Ve bu aylarca sürüp gitti, ta ki doğum gününe kadar.
Sonunda doğum günü gelmişti, Helios'un heyecanla beklediği o gün. Sonunda çocuğuna kavuşacaktı, onu kucağına alabilecekti ve sevebilecekti. Ama her şey tabi ki umduğu gibi gitmedi. Sevdiği kız çocuğuna doğum verirken acıya ve yorgunluğa yenik düştü ve hayatı sona erdi. Bu Helios'u o kadar üzdü ki günlerce atına binip güneşe rehberlik etmedi. Tabi bu da sürekli bir yağmura ve en sonunda sellere sebep oldu. Ama Helios sonradan sevdiği kızın karnındaki çocuğun, kendi çocuğunun kurtulduğunu öğrendi ve bu onun bütün hüznünü sildi attı. Çocuk aynı ona benziyordu, sadece tenini annesinden almıştı. Adını Drew koyduğu çocuğun şimdiden içindeki güç hissedilebiliyordu ve bu güç Helios'un oğluyla daha da gurur duymasını sağlıyordu. O çocuk hem Helios'un ızdırabının sonuydu hem de diğer insanların. Her şey tekrar yoluna girmişti.
Ama Helios her ne kadar mutlu olursa olsun tanrılar arasında hala güç kavgaları ve şiddet vardı. Zamanın başından beri Helios bundan olduğunca uzak durmaya çalışmıştı ama onun bu dikkati bile onu kurtaramadı. Apollon, sanatın tanrısı, Helios'un yerine gözünü dikmişti. Ondan kurtulmanın ve güneşin sahibi olmanın yollarını arıyordu ki sonunda aklına çok şeytanca bir fikir geldi. Sahip olduğu güçlerle Helios'a sahte bir kehanet gönderdi. Bu kehanette Helios'un oğlunun büyüyeceği ve onu öldürüp yerine geçeceği vardı. Gerçekten son derece zekice ve bir o kadar da şeytanca bir plandı bu. Helios bunu görür görmez çocuğunu aldı ve bunu engellemek için tek çare geldi aklına. Oğlunu öldürmeliydi, her şeyden çok sevdiği ve kendi kanından olan bu çocuğu kendi elleriyle öldürmeliydi. Hançeri kaldırdığı anda içinde bir şeyler koptu Helios'un, o masvi gözlerinden tomur tomur yaşlar dökülmeye başladı. Bunu yapamazdı, başka bir yolu olmalıydı. Biraz düşündükten sonra aklına çok daha iyi bir fikir geldi. Oğlunu aldığı gibi eski baş tanrı ve zamanın ustası Kronos'a gitti ve oğlunu bir zaman tüneline hapsetmesini istedi. Kronos ise bu istediğini gerçekleştirdi, çocuk artık sonsuza kadar aynı ömrü yaşayıp ölecek ve sonra tekrardan doğup yine aynı şeyleri yaşayacaktı. Helios çocuğu hapsedilirken sırtını döndü ve gözlerinden yaşlar akarak sarayına geri döndü. Ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Helios her zaman üzgündü ve arada aklına hep oğlu geliyor ve her gece ağlamaktan ve pişmanlığın verdiği acıdan uyuyamıyordu. En sonunda karar verdi; artık her şeyden elini ayağını şekip zamanın onu çürütmesini bekleyecekti ve bunu yaptı da. Ölümsüzlük ve tanrıların o kudretli gücü yavaşça Helios'un vücudundan akıp giderken onun tahtına yeni güneş tanrısı Apollon oturdu.
Drew 3000 yıl boyunca o zaman tünelinde hapis kaldı. 3000 yıl boyunca aynı yaşamı yaşayıp öldü ve tekrardan doğup aynı yaşamı yaşadı. Bu bir bakıma Prometheus'un cezası gibiydi; sanki her gün bir kartal gelip karaciğerini deşiyor, akşama da o karaciğer yeniden oluşmuş oluyordu. Tek fark bir kez öldükten sonra Drew'ün önceki yaşamıyla ilgili hiçbir şey hatırlamamasıydı. Bütün anıları, kendi güçleriyle öğrendiği her şey ve hatta bütün yetenekleri beyninde kayıtlıydı ama onları hatırlayamıyor ve kullanamıyordu. Bu yüzden de tekrar ve tekrar onları yeniden keşfediyor ve yeniden unutuyordu. Tam 3000 yıl boyunca bu böyle devam etti. Ama en sonunda bir Apollon çocuğu ,son derece ironik, onu hapsolduğu o yerden kurtardı ve kendini oraya hapsetti. Bunu ışıktan hızlı olmaya çalışırken yapmıştı ve bilmeden bütün zaman kavramını altüst ederek kendini oraya hapsetmiş ve Drew'i ordan kurtarmıştı. Tabi bu olduğunda Drew daha yeni doğmuştu ve o yüzden kurtulduğunda daha hala bir bebekti. 3000 yıllık hapis ve ızdırap bitmişti, güneş tanrısının tahtının gerçek varisi geri dönmüştü artık.