5 yıl önce...
Heyecan pek sevmediğim bir duygudur malesef. Sıradan insanların aksine heyecanlanınca elim titremez, bütün vücudum titrer. Doğru kararlar alamayacak duruma gelirim. Yani kısacası heyecanlanınca tam bir morona dönüşürüm. On üç yıldır merak ettiğim babamla tanışacak olmamsa benim için büyük bir heyecan kaynağıydı. Ona kızgın değildim, aksine seviyordum bile denilebilir. Annem onun öldüğünü ya da bizi terk edip gittiğini söyleyerek psikolojimi bozmak yerine işi gereği hiçbir zaman eve gelemediğini söylemişti. Buna ikna olmam için de sürekli babamdan mektuplar ve hediyeler alıyordum. Bunların gerçekten babam tarafından mı gönderildiği, yoksa annemin bir oyunu mu olduğunu hiçbir zaman anlayamamıştım. Şimdi bunu öğrenmek için elime bir fırsat geçmişti. Düşüncelerimden kopmamı sağlayan şey alçalıyor olmamızdı. Bir an için neden alçaldığımı düşündüm. Sonra gerçekliğe döndüm ve ablam Cissy'nin pegasusunun üstünde olduğumu fark ettim. Üstelik Cissy de tam önümde duruyordu. Sanırım bir şeyler söylüyordu. "... anlaştık mı Conan? Conan?" dediğinde bozuntuya vermemek için hemen "Anlaştık tabi ki." dedim. Kendimi bilgisayarıma bir şey yüklerken 'kullanım koşullarını okudum ve kabul ediyorum'a basmış gibi hissediyordum. Cissy şüpheli gözlerle beni inceleyince zoraki bir gülümsemeyle karşılık verdim. Cissy gözlerini devirdi ve bizi yere indirdi. Ardından Empire State binasına girdik, Cissy'nin tek bir bakışı görevliye yetmişti. Asansörde ikimiz kaldığımızda Cissy bu zamana kadar hiç dikkatimi çekmeyen bir düğmeye bastı. Birkaç saniye içinde Tanrıların şehri Olimpos'a varmış olduk.
Bu noktadan sonra yalnızdım, çünkü ablamın yapması gereken bir şeyler vardı. Bana Tanrılar Konseyi'ni gösterdi, babamın dakik bir insan olduğunu ve çağırdığı anda orada olacağını söyledi. Bunun üzerine geç kalmamak için koşmaya başladım. Tanrılar Konseyi'ne vardığımda soluk soluğaydım, fakat babam henüz gelme- ah işte geliyor. Yüzü karanlıktı, hiçbir şey belli olmuyordu. Fakat boyu iki metreye yakındı ve üzerindekileri patlatabilecek kadar şişkin kolları vardı. Televizyondaki 'En Güçlü Adam' yarışmasındakileri tek bir darbeyle yere yıkabilecek gibi duruyordu. Fakat bir sorun vardı: genç kızların rüyası olan babamın yüzüne baktığınızda tepki vermemek mümkün değildi. Mitlerde anlatılanlardan feci değildi, ama hayal gücüm bu kadar da güçlü değildi doğrusu. Burnunda iki kemer vardı galiba, emin değildim. Ağzıysa kocamandı, neredeyse bütün suratı dudaktan oluşuyordu. Annemin neden böyle birine tutulduğunu merak ettim. Sonra gözleriyle karşılaştım ve kendimi dünyanın en güçlü insanı gibi hissettim. O gözler insana güven veriyordu, yaşama sevinci ve mutluluk verdikleri gibi. Babam çarpık bir gülümsemeyle yanıma geldi ve beceriksizce sarıldık. Beni kol mesafesinde tuttu ve "Vay canına evlat, ne kadar cılızsın. Acilen çalışman gerek. Abilerin sana yardımcı olacaktır." dedi. Salak salak sırıtmaya başladım. On üç yıldır görmediğim babamla ilk karşılaşmamızda cılız olduğumdan yakınıyordu. "İşte bu benim babam!" diye düşünmemi sağladı. Ne diyeceğimi bilemez bir halde ona baktığımı fark edince "Gel, daha rahat konuşabileceğimiz ve tamamen bana ait bir yere gidelim." dedi. Olur anlamında kafamı salladığım anda bir ışık patlaması yaşandı ve kendimi yerin binlerce kilometre altındaki bir demir ocağında buldum.
Burası aşırı sıcaktı, bu yüzden birkaç kilo vererek yok olabilirdim. Ama babam yine beni kurtardı ve üzerimi değiştirmem için bir tulum verdi. Beş dakika içinde hazır olmuştum, ilginç bir şekilde bu tulum çok rahattı. Ardından babamla birlikte demir ocağını gezmeye başladık. Bir yandan da silah yapımı konusunda bana bilgi veriyordu. "Sence silahın güçlülüğünde çeliği eriten ateş mi daha önemlidir yoksa onu donduran buz mu?" diye sorduğu zaman hiç düşünmeden ateş dedim. Öfkeli bakışlarını fark edince de hemen buz dedim. Öfkesi biraz yatışmış gibi duruyordu. Birden önümüzde bir kalıp, erimiş çelik, çekiç ve buzlu su oluştu. Bana hadi dercesine bir el hareketi yaptı ve zorlukla kaldırdığım erimiş çeliği kabın içine boşalttım. Elimde ejderha derisine taş çıkartacak kadar kalın eldivenler olmasaydı halim ne olurdu bilemiyorum. Çelik kalıbın içinde yayıldıktan birkaç saniye sonra katılaştı. Babam birkaç çekiç darbesi indirdi ve kılıcın dümdüz olmasını sağladı. Ardından kabzasından tutarak kısa bir süre buzlu suya sokup çıkardı. Kılıcı bana atıp denememi işaret etti. Havaya birkaç beceriksiz hamle yaptıktan sonra kılıca bir yumruk darbesi indirdi ve yamulmasını sağladı. Anlaşılan benimle çok işi olacaktı. Fakat o öyle düşünmüyordu, sabırlı bir şekilde gülümseyerek "Bilmediğin şeyler yüzünden utanma evlat, yapamadığın şeyler yüzünden utan. Ben hep yanına gelmek istedim, ama yapamadım. Üzgünüm, beni affet." dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerim doldu ve kendimi ağlamamak için sıkarak "Sorun değil baba, annem yokluğunu hiç hissettirmedi. Tabi şu adamla evlenmeseydi daha iyi olabilirdi ama neyse. önemli değil." dedim. Babam gülümsedi ve başım kadar büyük olan eliyle başımı okşadı. Nereden geldiğini anlamadığım bir kabza çıkardı. Bu daha çok bir mızrak kabzasına benziyordu. "Al senin olsun." dedi. "Bu kabza buranın taşlarından yapıldı. Kırılması imkansız, bir silah olarak kullanılabilecek kadar güçlü. Fakat elbette bir kılıca ihtiyacı var. Bunu senin yapman gerek, ama henüz çok erken. Belki bir iki yıl sonra, tamamen ustalaştığında birlikte yapabiliriz." dedi. Kabzayı zihnime kaydedecek kadar çok inceledikten sonra babama döndüm ve "Çok teşekkür ederim. Bu şimdiye kadar gönderdiğin en güzel hediye oldu." dedim. Bir irkilme veya şaşırma belirtisi görmeyince de o hediyelerin gerçekten babamdan gelmiş olduğunu anladım. Dayanamayıp beline sarıldım ve gözümden süzülen bir damla yaşı gizlemeye çalıştım. Ardından babamın da benimle aynı şeyi yaptığını fark ederek gülümsedim. Hemen kendimi geri çektim. Saate bakıp "Cissy beni bekliyor olmalı. Ona bu kabzayı gösterdiğimde vereceği tepkiyi hayal bile edemiyorum. Beni geri gönderir misin baba?" dedim. Ona ikinci defa baba diyordum fakat şimdiden alışmıştım bu yeniliğe. Babam beni ablamın yanına gönderdi.