Yeni bir gün ve yeni oyun. İlk oyunun stresini attıktan sonra şimdi sıra ikincisindeydi. Bu oyunun ne olduğu hakkında bir fikrim dahi olmamasına karşın zorlu olacağını çok iyi biliyordum. Bugün yarışmada olan diğer arkadaşlarım ile beraber kamp meydanında olacaktık. Bunun için bir an önce kulübeden çıkmam ve zamanında orada olmam gerekiyordu. Üzerime hızla kamp tişörtümü geçirerek meydana doğru yürümeye başladım. Bugün güneş daha güzel parlıyor, kuşlar daha da çok ötüyordu. Kamptaki bu yaz havasının güzelliği hiçbir şeye değişemezdim zaten. Her zaman buranın havası beni rahatlatıyordu, yine de ilk günkü gibi heyecanlıydım. Ne de olsa oyunlar farklılık gösterecek ve tahmin edemeyeceğimiz kadar zorlaşacaktı. Bunun merakı ve endişesi kendisini oldukça çok gösteriyordu. Kamp alanına geldiğimde Kheiron herkesin gelmiş olduğunu fark ederek hepimizi gideceğimiz yere doğru ilerletmeye başladı. Kimsenin nereye gideceğimiz hakkında bir fikri olmadığı için yürürken hepimiz etrafı ve birbirimizi inceliyor, heyecanı birbirimizin gözlerinden okuyorduk. Havanın tertemiz kokusunu içime çekerken, ağaçların arasında daha önce hiç görmediğim büyük bir kulübe olduğunu fark etmem ile beraber durmamız bir oldu. Kheiron sonunda hepimizin önüne geçerek, bizi susturdu. Ardından "Melezlerim, şimdi sizleri tek tek içeri yollayacağım ve orada Tanrıça Demeter ve Tanrı Hypnos sizi karşılayacaklar. Görevinizi orada öğreneceksiniz." demesinin ardından hepimize göz gezdirdi ve aramızdan Eduard'ı çağırarak kapıyı gösterdi. Ben onu hayretle izlerken Ed içeri girmişti bile. İçimdeki merak ve heyecan giderek artıyor, yerimde duramıyordum. Kate ile beraber sıramızın gelmesini beklerken konuşuyor, görevin ne olabileceği hakkında düşüncelerimizi ileri sürüyorduk. Tabi tanrıları anlamak o kadar zordu ki hiçbir tahminimizden emin olamıyor, ardından da saçma bularak başka şeyler düşünmeye başlıyorduk. Bir süre böyle kafamızı yorarak geçirsek de hala stresimizde azalma yoktu. Arada Kheiron’a bakıyor ve giden diğer arkadaşlarımıza bakıyorduk. Sıranın ne zaman bize geleceğini düşünürken birden Kheiron’un “Poseidon kızı Cornelia Fackrell, sıra sende kızım.” demesiyle kendime geldim. Kate'in bana cesaret veren göz kırpması ile bende onu başımla onaylayarak odaya doğru ilerlemeye başladım. Odaya doğru giderken yüzümün kızardığını, vücudumdaki kıpırdanmaları ve arkadaşlarımın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Kalbimin atışı çok daha hızlanmış, ellerim titremelerine zor engel oluyor gibiydi. Kapının önüne geldiğimde duraksayarak kapıyı inceledim, sanki kapıda bir şey varmış gibi. Ama hayır, kapı, her kapı gibi normal, kahverengi ve bizim dandik diyebileceğimiz tür kapılardandı. Kendime gelmek adına son kez derin nefes aldıktan sonra kapıyı açarak içeri girdim.
Kapıyı arkamdan kapatıp odaya döndüm. Önce Tanrıça Demeter’e, ardından da Tanrı Hypnos’a baktım. Demeter oldukça güzel bir tanrıçaydı ve yüzündeki hafif gülümseme gerçektende rahatlatıcıydı bir nebze de olsa. Tabi o gülüşün altında neler yattığını bilmiyordum, ne de olsa tanrıları anlamak çok zordu. Hypnos’a döndüğümde yüzündeki gülümseme moralimin bozulması için yeterli bir sebepti. Onun gülüşü daha çok bir şeyler gizler gibiydi. İkisini de ilk defa gördüğüm için gözlerim uzun bir süre onlara takılmış ve etrafı fark etmemiştim. Etrafa bakınca odanın oldukça küçük olduğunu ve az eşya bulunduğunu fark ettim. Duvarlar krem rengiydi. Ortada duran yatak ve sehpa ise ona uygun kahverengi tonundaydı. Sehpanın üzerinde bir bardakta çamurlu suya benzer bir karışım vardı ve onu görmek midemin kalkmasına neden olmuştu. Yine de bunu önemsemeyecektim. Ben bir yarışmadaydım, tanrıların oyununa seçilen özel kişilerdendim ve bunu herkese gösterecektim. Bu düşünceler daha iyi konsantre olmama ve kendimi toparlamamı az da olsa sağlamıştı. Tanrıça Demeter’e döndüğümde kendimden emin ve oldukça sakindim. Artık her zamanki gibi bir göreve çıkıyor gibiydim. Ardından hafifçe öksürerek Tanrıça Demeter ve Tanrı Hypnos’un bakışlarını yüzüme çevirerek “Şimdi ne yapmalıyım?” diye sordum. Görevimiz hakkında bize hiçbir bilgi verilmemişti ve hazırlıksızdım. Bu bana huzursuzluk verse de kendimden emindim. Ne de olsa çoğu melezden tecrübeli, atik ve karar yeteneğim güçlüydü. Tanrıça Demeter soruma sanki sürekli cevap veriyormuş gibi beni bekletmeden hızla ve ezberlemiş gibi cevap verdi. “Cornelia, senden şu an istediğimiz uyuman. Rüyaya dalacaksın ve görevini rüyada yapacaksın. Tabi ondan önce benim hazırladığım bir iksir var.” dedi ve sehpanın üzerindeki çamur karışımı gibi gözüken suyu bana gösterdi. Bardağa baktığımda yüzümü hafifçe buruşturdum. Görünüşü böyleyse tadı nasıl olurdu düşünemiyordum bile. Gözlerimi bardaktan ayırarak Demeter’e çevirdiğimde bana anlayıp anlamadığımı merak eder bir şekilde baktığını fark ederek, kendimi tutamadım ve gülümsedim. Başımı tamam anlamında sallayarak anladığımı belli ettim ve Demeter bunun üzerine sözlerine devam etti. “Bu iksiri içip içmemek sana kalmış. Ne işe yarayacağını sorma, söylemiyoruz. Hadi bakalım yat yatağa ve uykuya dal kızım.” dedi. Ona kısa bir bakış attıktan sonra Hypnos’a dönerek onu da inceledim. O bu zamana kadar hiç konuşmamıştı ve konuşmaya da niyeti yok gibiydi.
Daha fazla şansımı zorlamayarak yatağa, sehpanın yanına oturdum. Karışımı içip içmemekte oldukça çok kararsızdım ve bunun iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi olduğunu bilmiyordum. Tanrılara güven olmayacağını bilmeme rağmen içmeye karar verdim. İksire uzandığımı görünce Demeter şaşırmış bir şekilde bana bakıyordu. İçmemi beklemiyordu sanırım yüzümü buruşturduktan sonra. İksiri elime alıp kokladığımda kokusunun gerçektende tuhaf, hatta çamur gibi olduğunu söyleyebilirim. Ama çamur olmadığını en azından umut ediyordum. Gözlerimi kapayarak içmeden önce aklımdan Baba senin için bu görevde hatta oyunda elimden geleni yapıp, başaracağım diye geçirdikten sonra iksirin tamamını içtim. Ağzımda yayılan o tat tuhaf ve bir o kadar da kötüydü. Yine de artık içmiştim ve ne olacağını görecektim. Yatağa uzandım ve tanrı ile tanrıçaya göz attıktan sonra gözlerimi uyumak üzere kapadım. İlk başta uyuyamasam da uyuyacaktım, önce konsantre olmalıydım. Bir süre sonra kendimi boşlukta yani uykunun derinliklerinde buldum. Sanki bir an uykunun derinliklerine inip geri dönmek gibiydi. Gözlerimi açtığımda toprakta yatıyordum. Güneş tepede, ışınları gözüme batıyor, rüzgar ise hafifçe esiyordu. Havada hafif toprak kokusu vardı. Hafifçe doğrularak toprakta oturur pozisyonda durarak etrafıma göz attım. Etrafıma ilk bakışta çöl gibi bir yer olarak düşünsem de ilerisinin çalılıklardan oluştuğunu fark ettim. Gözümü çayırdan ayırıp kendime çevirdiğimde ayağımın ucunda bir mektup gördüm. Şaşırarak mektuba uzanarak aldım ve içerisindeki kağıdı çıkararak yavaşça açtım. İçini açıp okuduğumda Tanrıça Demeter ve Tanrı Hypnos’un sesini zihnimde hissettim, sanki mektubu ben okumuyor, içinde yazanları onlar bana anlatıyorlardı.
"Merhaba melez! Artık düşsel macerana başladığına göre, yapman gereken görevi öğrenmenin de vakti geldi. Senden istediğimiz şey, Hayat Ağacı'nı bulup meyvelerinden birini alman ve sonrasında uyanman. Uyanmak için yapmak gereken tek şey, bu dünyada uyumak. Eh, eğer görevini tamamlayamadan uyursan bu, gerçek hayatta uyandığında kendini diskalifiye olmuş olarak bulman anlamına geliyor. Hypnos'tan bir ek bilgi; Uyumak, düş görmek, düşlerden faydalanmak veya düş seyahatine çıkmak, birbirinden farklıdır. Derin bir uyku yalnızca insanı dinlendirirken, bilinçli düşler ona bilgelik kazandırır. Amaçlı uykular, hüsrana uğratmaz."
Okuduğum yazıdan pek bir şey anladığım söylenemezdi. Hayat ağacının daha ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu.Bu görevi nasıl yapacağımı bilmiyordum ama şu bir gerçekti ki geçecektim görevi, bundan emindim. Artık korkum yoktu. Ayağa kalkarak mektubu cebime attım ve aklıma mantıklı gelen ilk yere doğru ilerlemeye başladım; çayırlıklara doğru… Bir süre etrafı inceleyerek ilerlemeye devam ettim. Etrafta bitkilerden başka hiçbir şey yoktu ve sıcaklık bariz bir şekilde hissediliyordu. Yine de suyun kızı olarak sıcaktan kolay etkilenmiyor, böylece diğer melezlerden 10 kat daha iyi dayanabiliyordum. Çayırlık alana geldiğimde etrafıma bakındım ve yavaş yavaş ilerlemeye devam ettim. Bir süre sonra çayırlıktan çıkarak ağaçlık bir alana geldim. Durup etrafıma bakındığımda çevremde dolu olan sarmaşıklara bakmaya başladım. Bunların ilk başta ne olduğunu çözemesem de esnemem ile uykumun geldiğini fark ederek sinirle “Olamaz!” diye bağırdım. Uyumamalıydım ama bu uyku sarmaşıklardan da kurtulmanın bir yolu olduğunu da sanmıyordum. Aslında bir yolu vardı, onları öldürmek… Peki, ben o bitkileri öldürecek miydim? Bunu yapar mıydım? Hayır, yapamazdım. Demeter’in bitkileri sevdiği gibi bende seviyordum. Birden aklıma bir fikir gelerek gözlerim ışıldadı. Esnemem ile beraber gücümü kullanmaya karar verdim. Ne de olsa bu rüyayı Hypnos yaratmış olmasına rağmen rüya benim kendi rüyamdı ve ben bunun bilincindeydim. Suyu yaratıp bir avuç su alıp yüzümü yıkayarak uyanık kalmaya çalıştım. Sarmaşıkların içindeki suyu çekip öldürmek yerine onları sulamaya başladım. Bu sıcak havada onlarında suya ihtiyacı vardı sonuçta, değil mi? Biz insanlar gibi bitkilerinde iyiliğe karşılık iyilikle karşılık vereceğini düşünüyordum. En azından beni uyurken Demeter’in öldürmeyeceğini düşünmüyordum. Gerçi uyumak üzereydim ve uyursam elenecektim ki ölmesem bile bunun bir yararı olmayacaktı. Yine de içimden bunu yapmak geçiyordu. Bütün bitkileri suladıktan sonra gözlerimin kapanmasına engel olamadım ve yere oturdum. Gözlerim kapanırken aklımda Hypnos’un son kez sesini duydum. “Uyumak, düş görmek, düşlerden faydalanmak veya düş seyahatine çıkmak, birbirinden farklıdır. Derin bir uyku yalnızca insanı dinlendirirken, bilinçli düşler ona bilgelik kazandırır. Amaçlı uykular, hüsrana uğratmaz.” Evet, haklıydı, birden hala rüyada olduğumu ve bu rüyayı yönetip yönetemeyeceğimi bilmediğim halde karar verdim. Ben uyumuyor bayılıyordum, sanki bir transa geçermiş gibi. Gözlerim kapanıp kendimi kaybetmeden son birkaç saniye önce ağzımda ilk başta içtiğim karışımın tadını fark etmemle kendimi boşlukta bulmam bir oldu.
Çok kısa bir süre boşlukta olduğumu biliyor ve hiçbir şey hissetmiyordum. Ardından tekrar her şey canlanmaya ve hislerim sanki geri dönmeye başladı. Bu iyi bir şey mi yoksa kötü mü bilmiyordum açıkçası. Ama bir gerçek vardı ki o çok acı vericiydi. Hayal kırıklığı… Ne kadar üzülsem de gözlerimi korkuyla araladım. Kendimi ne kadar istemesem de o küçük odada bulacağım diye korkuyordum. Titrek gözlerimi açtığımda kendimi bilmediğim bir yerde buldum. Hızla ayağa kalkarak karşımdaki ağaca ve kadına baktım. Sanki beni görmüyor aksine hiç yokmuşum gibi davranıyor ve ağaca bakıp büyü yapıyordu. Bir an doğru görüp görmediğimi anlamak için gözlerimi ovarak tekrar baktım ama hayal değildi, daha doğrusu hayaldi ama gerçeği yansıtıyordu, tabi ne kadarı doğruysa. Her ne kadar Tanrıların sözüne güven olmayacağını düşünsem de bu olanları izlememde yarar vardı. Birden ağacın yanına hiç tanımadığım bir kız geldi, ben şaşkınlıkla bakarken büyücü ortaya çıkarak konuşmaya başladı. Büyücü konuştukça kız dediklerini yapıyor, sanki hipnotize olmuş gibi emirlerine uyuyordu. Birden kız ağacın yanına doğru ilerlemeye başladı. Kız ağacın yanına gittiğinde kız acı çığlığını basarak ağaca hapsoldu. İlk başta ne olduğunu anlamasam da ardından öldüğünü fark ederek donup kaldım. O sırada da ağaçta meyve belirdi ve büyücü kocaman bir gülümsemeyle meyveyi ağaçtan aldı.
Birden sıçrayarak doğruldum ve gözlerimi açarak nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Tekrar ilk rüyamda, düş görmek için uykuya daldığım yerde olduğumu fark ettim ve sevinçle “Teşekkürler Tanrıçam!” diye bağırdım. İşte elenmemiştim ve hala oyundaydım, Tanrıça Demeter’in bu yardımını bir daha hiç unutmayacaktım. Ve birden çok önemli bir şey daha fark ettim, uyku sarmaşıklarının yanındaydım ve uykum gelmiyordu. Bir an neden olduğunu anlamasam da ardından ağzımdaki o kötü tadı hissettim, işte bu! Demeter’in verdiği içecek beni düşler dünyasına götürmüştü. Belki de bu benim rüyamda onu gitmemle alakalıydı, bu konuda hiçbir fikrim yoktu. Yine de şu vardı ki orada gördüklerim doğruydu, en azından içimden geçen hisler doğru olduğu yönündeydi. Daha fazla oyalanıp zaman kaybetmemek için hızla sarmaşıkların bulunduğu alandan çıkmak için ilerlemeye başladım ve etrafımdaki bitkileri incelemeye başladım. Tam çıkışa gelmiştim ki beyaz bir kâğıdın yanından geçtiğimi fark ederek geri döndüm ve koşarak kağıdı alıp oradan ayrıldım. Uykuya dalmama sürem ne kadardı ya da zamanı var mıydı bilmiyordum. Sarmaşıkların yanından uzaklaştığımda yere oturdum ve kağıdı açarak okumaya başladım. Kâğıtta sadece 4 satır yazı vardı.
Doğru ve yanlış çeliştiğinde,
Hiçbir seçeneğin olmasa da,
Bazen inanmalısın ona,
İnanılamayacak bir şey olsa da.
Nottaki kelimelerle gördüğüm düşün gerçek olduğunu fark ettim. Öyle bir şey olmuştu ve hayat ağacı insan gücünü emerek meyvesini veriyordu. Peki ya ben şimdi ne yapacaktım? Tek başınaydım ve orada yanımda başka biri bile olsa kendim için onu feda edemezdim. Ama o meyveyi de almalıydım. İşte böyle bir şey olacağını hiç düşünmüyordum. Sakinleşmek için dizlerimi kendime doğru çekerken bir yandan da derin derin nefes aldım. Şimdi, bu benim rüyamdı ve istediğim olabilirdi. Öncelikle gördüğüm düşü tekrar düşünmeye başladım. Büyücü… Acaba adı neydi? Belki de onun hakkında daha önceden birkaç şey duymuş ve hatırlamıyor olabilirdim. Böyle bir şey olabilir miydi acaba? Emin olamıyordum. Sıkıntıyla iç geçirerek benim dikkatimi çeken ilerideki gölgeye diktim gözlerimi. Bu o ağaçtı, yani sonunda gelmiştim. Şimdi tek sorun o meyveyi almaktı. Düşünmeyi bırakarak oturduğum yerden kalktım ve ağaca doğru ilerlemeye başladım. Ağaca yaklaştıkça çok büyük olduğunu görünce oldukça şaşırdım. Ağacın yanına vardığımda karşısına geçerek ağaca dik dik baktım. Gövdesi çok kalın ve geniş, dalları sık ve yaprakları hiç solmayacakmış gibiydi. Kökleriyse sanki yeri hiç bırakmamak için sıkı sıkıya sarılmıştı. Tam o sırada arkamdan gelen ayak seslerini fark ederek kulak tıkacı diyerek gözlerimi kapadım ve ellerimde hayal ettim. Gözleri açtığımda ellerimde pamukları fark ederek gülümsedim ve hemen kulaklarımı tıkadım. Büyücüye döndüğümde bana yüzünde hafif bir gülümseme ile bakıyordu. Sanki çok masum ve iyi bir şey yapıyormuş gibi… Bana bir şeyler anlatıyor ama ben anlamıyordum, açıkçası anlamakta istemiyordum. Şu an tek istediğim meyveyi alıp gitmekti. Aklımdan kendi kopyam diye geçirdim ve karşımda benimle tamamen aynı görünen bir kopya belirmişti. Eh, ne de olsa rüyadaydık ve gerçekçi olması gerekmezdi değil mi? Ayrıca böyle yaparak da kimsenin canını yakmayacak ve şansımı denemiş olacaktım. Aklımdan bir an yer değiştir ki anlamasın, diye geçirdikten sonra kopyam ile sürekli birbirimizin yerlerine doğru koşmaya başladık. Büyücü bir şeyler söylüyordu ama ben anlamıyordum. Tabi benim kopyamda tıkaç olmadığı için o yönelmek üzereydi büyücüye. Son anda durdum ve rol yapmaya karar verdim. Kopyam ile beraber büyücüye döndüğümüzde yüzündeki kızgınlık yeterince onu rahatsız ettiğimizi belli ediyordu. Ardından büyücünü ağzı oynamaya başladı ve konuştuğunu anlamam hiç de zor değildi. Kopyam ona doğru ilerlediğinde bende yavaşça ilerlemeye başladım. Ne de olsa gerçek olduğumu belli etmemeliydim değil mi? Bir süre sonra kopyam ağaca yöneldi ve o an aklıma su yaratmak geldi. Çevremizi yani düşebileceğim her yeri su ile kapladım. Kopyam olabilirdi ama onun gücü yoktu, yani benim enerjimin tükenme olasılığı vardı. Büyücünün adının birden Medea olduğunu fark ettim. Daha önce hiç üzerindeki kıyafete bakmamıştım ve şimdi ne kadar tuhaf giyindiğini fark ettim. Sanki eski zamanlarda yaşıyormuş gibi eskilerden gelen türden elbise giymişti ve saçını açık bırakmıştı. Saçı siyah, çok uzun ve düzdü. Gözleriyse donuk gri renginde… Aslında normal zamanda yaşıyor olsa ve kendine baksa güzel biri olabilirdi ama bu haliyle çok korkutucu ve sinir bozucuydu. Gözlerimi kırpıştırarak olduğum yerden kopyamı izlemeye devam ettim. Kopyamın ağacın yanına gittiğinde çığlık attığına emindim. Kopyam yok olduğunda kendimi o kadar güçsüz hissediyordum ki sanki tüm gücüm çekilmişti. Yerde yatıyor, gözlerimi bile açamayacak kadar halsiz, hatta ölü gibi yatıyordum. Ama içimde hissettiğim o his canlılık vericiydi. Bunun neden olduğunun tabi ki farkındaydım. Suyu kendim yaratmış, hatta olacakları önceden anlamıştım. Yine de bir an önce düzelip o meyvenin çıkıp çıkmamış olduğunu merak ediyordum. Ne de olsa gerçek bir insan değildi, yine de benim gücümü emmişti değil mi? Ayak seslerini duyunca büyücü Medea’nın yanıma doğru geldiğini fark ettim. Acaba benim ölü olduğumu mu sanıyordu yoksa beni öldürmek için mi geliyordu? Tepemde dikildiğini fark edince hiç kıpırdamadan, hatta nefes bile almadan durdum. Bir süre sonra enerjim yerime geldi ve hızla ayağa kalktığımda büyücünün meyveyi almaya gittiğinin farkına vardım. Hızla meyvenin etrafına kalın bir buz tabakası çizerek büyücüyünün şaşırmasını sağladım. Büyücü bir iki saniye şaşkınlığın ardından tekrar bana yüzünü döndü ve bu sefer kızgınlıktan yüzü o kadar gerilmiş durumdaydı ki birden korkmaya başlamıştım. Ne yapmaya çalıştığını bir an anlamasam da ardından büyücü olduğunu kendime hatırlattım ve o an hangi büyüyü yapmaya çalıştığını fark edememiştim. Etrafıma baktığımda çayırlık ve uyku sarmaşıklarının oradan ateş yükseldiğini fark eder etmez hemen oraya su döktüm ve ateşi söndürdüm. Ateşi söndürürken gücüm azalmıştı ve meyveyi boşlamıştım. Büyücü hızla meyveye koşarken aklımdan geçen şeyi mırıldandım; meyveye dokunduğun an çarpıl ve meyveden uzaklaş. Bu benim rüyamdı ve bunu da ben yönetirdim değil mi? Meyveye uzandığı gibi elini hızla geri çekmesi de bir oldu. Hemen oraya tekrar buzdan bir duvar ördüm ve büyücünün bana kızgın bakışlarına rağmen silahımı yaratarak hızla yanına koştum ve meyveye uzandım. Bu benim içsel dünyamdı ve düşler arasında bağ kurabilirdim değil mi? O zaman yine benim dediğim olacaktı. Uyumak, evet zordu ama bunu yapabilirdim. Meyve ile beraber sarmaşıkların yanına tekrar koşmaya başladım. En azından çok uzak değildi ve çabuk ulaştım. Yere uzanıp gözlerimi kapadığımda sadece dinlenmek amacıyla uyumayı düşündüm. Ne de olsa bu rüyadan çıkışım uyumaktı değil mi? Birden etraftaki duman kokusunu fark ederek çevremi kalın bir buz tabakası ile kapladım ve kendimi çevreden soyutladım. Büyücünün geldiğini bilsem de uyumalıydım, uyku…
Ve kısa süren bir boşluk hissi daha. Yine hiçbir şey hissetmediğim o andan sonra sıçrayarak doğruldum ve gözlerimi açtım. Etrafıma baktığımda tekrar kendimi odada, her şeyin başladığı o yerde buldum. Bunun için şükrediyordum tabi oyunu gerçekten kazanabildiysem. Yatağımın yanında duran Tanrıça Demeter’e ve Tanrı Hypnos’a teşekkür eden ve meraklı gözlerle baktım İkisi de oyunumda bana yardımcı olmuş, ne olursa olsun tuzak kursalar, kafa karıştırsalar bile yine de her an yanımda olduklarını belli etmişlerdi. Bu da benim için iyi bir şeydi değil mi? İç çektim ve dayanamayarak “Sonuç ne oldu? Kazanabildim mi, getirdim mi meyveyi?” diyerek onlara baktım. Aslında aldığımı biliyordum ama yine de bunu onlardan duymak istiyordum, çünkü sonlarda oradan kurtulabileceğimi bile düşünmüyordum. Bugün sürekli olduğu gibi konuşan ve beni düşüncelerimden çıkaran Tanrıça Demeter oldu. “Evet Cornelia, meyveyi getirdin ve kazandın, tebrik ederim.” dedi. Sevinçle gülümsedim ve “Teşekkürler tanrıçam.” diyerek yataktan kalktım ve odadan çıktım. Evet, sonunda bu oyunda bitmişti ve sonunda zor da olsa geçmiştim!