Dört yıl evvel, Londra, O'Riordan Malikanesi.
Raks ediyordu gölgeler, huşu içinde çalan müziğin etkisine bürünmüş iki bedenle beraber raks ediyordu, ardı arkası kesilmeden.. Hüzünlü bir müzikti bu, ihtişamlı salonun orta yerinde raks eden kimseleri betimliyordu gizliden gizliye. Zoraki rakstı bu, siyah ile beyazın, karanlık ile aydınlığın ölüme karşı koyan raksıydı. Genç kadının teni pürüzsüz, mavi gözleriyse efkara bürünmesine rağmen hala etkileyici, derin ve ışıl ışıldı. Raksın etkisiyle muazzam bir biçimde dalgalanan sarının en canlı tonlarındaki saçları masumiyetin bayrağını çeker gibiydi. Damalı, nostaljik yer karolarını süpüren alev rengi elbisesi, ruhunun ateşler içerisinde yandığının resmiydi. Okyanusların en derin mavilerini hapsetmiş gözleri yüksek tavana dek uzanan büyük pencerelerden ötelere, ufuğa karamsar bakıyordu. Yalnızlığın henüz hüküm sürmediği yaşamının son ve dönülmez akşamının ufkuydu o. Londra şehrinde yüzünü nadiren gösteren güneş, yine soluk, karaya çalan morumsu renkteki ufukta adeta hiç var olmamış gibi sönüp gitmişti bile. Beden bedene verip raks ettiği genç adama ilişmiyordu bile gözleri, ardına bakmadan kaçıp, ondan her defasında uzaklaşıyordu adeta. Genç adamın ruhuna dokunmuyor gibiydi aslında, siyaha çalan gözleri karşısındaki etkileyici genç kadından ziyade yere bakıyordu, ettiği rakstan çekinirmişçesine. Rengi solmuş tenine düşen gece karası saçları yüzünün ifadesini gizleyip, günahkar bir kimliğe büründürüyordu onu. Ona birlikteyken yalnız hissettiren, son zamanlarda tenine yabancı gelen genç kadının bedeninin kıvrımlarından, raksından, hatta içine işleyen bakışlarından zerre kadar etkilenmiyordu. Siluetlerinin bıraktığı izler öylesine yabancıydı ki, onlar bile kendilerine inanmakta güçlük çekiyorlardı. Masumiyete bürünmüşe benzeyen zat-ı muhterem, Evangeline O'Riordan, karanlığın başını çeken bir soya ve karaktere sahipti. Karşısındaki genç adam ise, iyiliğin ve masumiyetin bedene bürünmüş hali denilebilirdi. Evangeline'nin annesi Bayan O'Riordan, adeta zorla istemişti bu beraberliği. İki karşıt tarafın arasındaki ateşkesi simgeleyecekti bu beraberlik. Sevgi denen şeyi tatmamıştı Evangeline, ancak bağlanmanın ne demek olduğunu biliyordu. Karşısındaki, şimdilerde ona yabancı gelen bu genç adam, James Lacrymosa, nefretle aşkın, bağlanma hissiyle içinde harmanlanmasına sebep olan tek kişiydi. Onlar, düşman olarak doğmuşlardı. Hayatın şartları göz önüne alındığında, birbirlerine ne kadar bağlansalar bile kopmaları kaçınılmaz olacaktı. Yalanlar üzerine kurulu evlilikleri bitmekle kalmıyor, yüreklerini de beraberinde götürüyordu adeta. Evangeline, yüreğinin varlığını fark etmemeliydi. O, ölüm fermanları yazmak için doğmuştu. Ruhunu karanlığa adamalıydı. İnandığı adama değil, ölümün gücüne sığınmalıydı. Kadınlığını unutup ölümle kapı komşusu olmalıydı. Baştan beri anneleri hariç herkes tarafından hata olarak görülen bu evlilik, bitiyordu işte. Tıpkı fonda çalan hüzünlü müziğin son nağmelerinde olması misali..
Raksları bitiyordu, son umudu, son raksı bitiyordu hayata karşı. Ölümle raksı başlayacaktı. Müziğin taştan duvarlara yaptığı yankı sonlanmaya başlarken, James hızlı davranıyordu. Kaçmak ister gibi, Evangeline'nin gözlerine ölümü görmüşçesine uzaklaştırıyordu bedenini. Elini Evangeline'nin belinden nazikçe çektiğinde, aralarındaki her şey kopmuştu artık. ''Müzik sona erdi Evangeline, artık bitsin raksımız.'' Beklediği fakat işitmekten kaçındığı sözler dökülmüştü James'in ağzından. Nazikti ses tonu, kadife gibi okşuyordu tenini, bir o kadar da zehirliyordu varlığını henüz fark ettiği yüreğini. Tek kelime bile etmeyecekti. Zira, çok hayat sonlandıracaktı kaderinin ona biçtiği rolden dolayı. Bunu sonlandırmayı bu yüzden genç adama bırakmıştı. Güçlüydü, öyle de duracaktı karşısında. Başını nazikçe kapıya yönlendirerek karşısındaki genç adamın gitmesini işaret eder gibiydi. Ki, genç adam gitmeye niyetliydi. Genç adam.. Artık sade ve sadece genç bir adamdı o. James değildi, bağlandığı tek kişi de değildi, kocası ise hiç değildi. Onun için hiçbir şey olmayacaktı o, düşmandan başka. Düşünceler zihninde sinsi tilkiler misali gezinirken zırhlı kapının sürgülerinin çekildiğini ve ihtişamlı salonda yapayalnız kaldığını fark etmesi uzun sürmüştü. O, yalnızdı. Adeta süzülürcesine, düşüncelerini bir kenara bırakarak taş duvarlara özenle işlenmiş manzara resimlerine benzeyen heybetli ve zarif pencerelere doğru ilerledi. Gece, yağmur bulutlarına bürünmüştü. Klasik bir Londra havasıydı. Yağmurlu ve boğucu.. Gökyüzünde tek bir yıldız bile yoktu. Tavanları yüksek, malikanenin soğukluğunu bire bir yaşatan taştan duvarlarla örülü kocaman salonu aydınlatan tek şey salonun dört ayrı köşesindeki eskitme şamdanlardı. Kırık beyaz renkleri, titrek mum ışıklarıyla birlikte hüzünlü bir hava katıyordu o salona. Pencere pervazında gözlerini kavuşturup, sakinliğini korumak istercesine dişlerini sıkarken malikanenin sık ağaçlarla kaplı bahçesinden boğuk bir hırlama işitti. Mavi gözleri faltaşı gibi açıldı, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ölüm.. Ölümü çağıran hislerin içinde uyandığını fark etmesinin ardından hiç düşünmeden dört duvar arasından sık ağaçlı, karanlığın daha da yoğun olduğu bahçeye çıkması pek vaktini almamıştı. Çıktığı anda gördükleri karşısında dizlerinin bağının çözülmesi de. Az önce kollarında raks ettiği genç adam, James Lacrymosa, ölmüştü. Büyücünün cansız bedeninin yanında çok tanıdık birisi daha vardı, Bayan O'Riordan. Her şeyi başlatan, zihnine ve hayatına o adamı yerleştiren, az önce de ölümünü gözlerinin önüne seren annesi.. ''Karanlığın varisiyle raks etti o, ölümün yüceliğiyle mühürlenmiş bu kapılardan çıkamazdı.'' Koruyacaktı sessizliğini Evangeline, zira söylenecek tek kelime yoktu onu dünyaya getiren kişinin bu dediklerine. Ölüme hizmet etmenin, onun için kendi kanından olanları bile gözardı etmek olduğunu o gece anlamıştı Evangeline. Ve zihnine kazınan o gece, ona biçilen rolü ruhunu satarak üstlenmeye karar vermişti. Merhametsizdi, duygusuzdu, ancak bir o kadar da güçlüydü o geceden sonraki Evangeline.
Günümüz, Londra, O'Riordan Malikanesi.
Siyah rugan ayakkabılarının sivri topuklarının tıkırtısıydı malikanenin zemininde tek işitilen. Yanına iki hizmetkarı almış, kendinden emin duruşuyla önden giderek emirler yağdırıyordu. Bambaşka birisine dönüştüğü, kaderin ve soyunun ona biçtiği rolü üstlendiği o geceden beri ilk gelişiydi bu ölümün soğukluğunu yansıtan malikaneye. Artık hayatta yapayalnız fakat gücünün doruklarına ulaşmış bir genç kadındı o. Lestrange'in himayesi altında ölüme hizmet ediyordu, bir taraftan da çıkarlarına. Nefret ettiği ailesi ile bağlarını sonsuza dek koparan şey de ölüm olmuştu yine. Ölüm, yüzüne bile bakmadığı annesini ve babasını almıştı elinden. Fakat genç kadın buna üzülmüyordu. Kendilerini adadıkları ölümdü yine sonlarını getiren. ''Bayan O'Riordan, tek bir eşyanın bile kalmasını istemediğinizden emin misiniz efendim ?'' Endişeli bir ses tonuyla konuşan hizmetkar, genç kadının gücünü iliklerine kadar hissederek korkunun çaresizliğine bürünmüştü adeta. Genç kadın ise, kendinden emin bir şekilde gülümseyerek ona dönmüştü. Yüzü ışıldıyordu, sarı saçlarının rengi büyük pencerelerden yansıyan soluk Londra güneşinin altında adeta yakut gibi parıldıyordu. Okyanusların mavilerini içine toplamış, derin bakan gözlerinin ise içi gülüyordu. Adeta evrenin tüm gücünü ve güzelliklerini içine hapsetmişti genç kadın. ''Şatafatlı taştan duvarlar dışında hiçbir şey görmek istemiyorum, bundan emin olabilirsiniz.'' Bir zamanlar pürüzsüzlükle ışıldayan malikanenin zemini, atılan her adımda toz kaldırıyordu. Fakat, sahibinin değiştiği o gün, tozlarla birlikte eskiden kalma ne kadar eşya varsa, gidecekti. Tıpkı Evangeline'nin var olduğunu sandığı hisleri gibi.. Artık, tek başına raks ediyordu. Geçmişine, hayata ve ihtiraslarına karşı.
*Başka bir sitede yaptığım rp'dir ve bana aittir.