Günüm işkence gibi geçiyordu.
Tatiana Teyze beni sabahın beşinde uyandırmıştı. Bahçeye çıkıp toprağı çapalamamı, çiçekleri ekmemi, ağaçlara su vermemi, sonra da eve gelip çamaşırları yıkamamı istemişti. Biliyorum, “Günüm işkence gibi geçiyordu,” derken bana inanmamıştınız. İlk üçü kulağa o kadar kötü gelmiyor olabilir. Sorun şu ki Tatiana Teyze’nin ‘benim küçük bahçem’ dediği yer yüzün üstünde elma ağacını, evi, parkı ve mezarlığı da içeriyordu. Buyurun siz yapın bu kadar işi. Sonra da eve toz toprakla geldiğimde bana kızardı.
Tatiana Teyze dediğime bakmayın siz, kadın yetmişli yaşlarında. Bembeyaz ve ince telli saçları var, simsiyah da gözleri. İnanın gözbebeğini ayırt edemezsiniz.
Tatiana Teyze tüm gün yatağında oturur, bütün işleri bana yaptırır, ben okula gittiğimde de kalkar kendi işini kendi hallederdi. Yani yatalak falan değildi, istediği zaman çok güzel dedikoduya komşulara gittiğini, onlara güzel görünmek için makyaj ve yağcılık yapmak için pastalar, börekler pişirdiğini de gördüm. Kadının bana gıcığı var.
“Gidip üstünü değiştir!” diye bağırdı cıyak cıyak.
“Yerler daha yeni temizlendi!”Temizleyen kendisi olsa bari. Her iş gibi bunu da ben yapıyorum.
“Tamam teyze!”Yukarı çıkıp banyo aynasında kendime baktım. Sarı saçlar, mavi gözler, kalkık bir burun, bembeyaz dişler. Sizce güzel miyim? Evet. Peki Tatiana Teyze’ye göre? Hayır. Ben çok berbatmışım, sadece mavi gözlerimi annemden almışım, geri kalan kısımlarım o ‘kahrolası’ babama çekmiş. Bunun hesabını ödemeliymişim, o yüzden tüm işlerini bana yaptırıyormuş. Bu kadar saçma bir şey duydunuz mu? Sanki tipimi ben seçtim.
Dışarıdan gelen miyavlamayı duyunca kapıyı açtım. Şu hayattaki tek dostum, bir tanecik kediciğim Elisa kapıda durmuş bana bakıyordu. Sonra birden kollarıma atladı.
“Hey Elisa, sakin ol hayatım,” dedim kediye.
Şimdi şöyle düşünüyorsunuzdur, e bu kız bu kadar güzelse, niye kediye ‘tek dostum’ dedi? Çünkü kimse benle arkadaş olmak istemiyor. Övünmek gibi olmasın ama güzel olduğumu biliyorum, ama bu DEHB’nin verdiği özellikleri engellemiyor tabi. 6. sınıftayım ve altı okuldan atıldım, notlarım D’den yukarı değildir. Disleksiye gelince, eğer okumam gereken şeyi siyah zemin üzerine beyazla ve tersten yazarsanız okuyabilirim. İşte böyle.
“Çabuk ol!” diye bir ses geldi aşağıdan. Tatiana Teyze.
“Okula geç kalacaksın!”. Sanki okula geç kalmam umurunda. Ama ben çabucak evden çıkmak istiyorum, daha bir saatim var, annemi ziyaret edebilirim.
Çabucak bir duş alıp kıyafetlerimi giydim ve evden dışarı fırladım. Otobüs durağında bir kadın tuhaf tuhaf bana baktı ve burnunu kırıştırdı. İyi duş mu alamadım nedir?
“Melez,” diye tısladı bana. Melezi boş verin de tıslaması acayipti. Yemin ederim yılan gibiydi. Ürktüm.
Neyse ki otobüs geldi. Şimdi annemi ziyarete gidebilirim.
Annemi nerede ziyaret edeceğim? Deliler Hastanesi’nde. Hayır, hayır ciddiyim. Annem ben bir yaşındayken kelimenin tam anlamıyla ‘delirmiş’ ve şu anda Deliler Hastanesi’nde kalıyor.
Diğer bir deyişle, tımarhanede.
Annemi çağırdılar ve gelip karşıma oturdu. Gözleri boş boş bakıyor. Kahverengi saçları parmaklarını prize sokmuş gibi diken diken olmuş ve mavi gözlerindeki boş bakış deli gömleğiyle uyuşuyor.
“Merhaba anne.”Bana beni tanımıyormuş gibi bakıyor. Hep öyle bakar zaten. İstisnai durumlar hariç. Birazdan göreceksiniz.
“Kızım!” diye inledi annem. Bu beni tanıdığı anlamına gelmiyor. Beni görmüyor ki. Bakıyor ama görmüyor.
“Kızım! Melez! Olimpos, tanrılar! Hayır, hayır! Kampa gitme, seni bir daha göremem!” deyip ağlamaya başladı.
Gördünüz mü, bundan söz ediyordum. Her gelişimde aynı şeyi söyler, sonra da “Kampa gitme, beni bırakma!” diye çığlıklar atarken alıp onu götürürler.
Vaktim doldu. Okula gitmek zorundayım.
İlk kez bir okuldaki bir seneyi atılmadan tamamlamak üzereyim. Hiçbir şey olmadı. Yani ne bileyim, patlayan ödevler, öğretmenlerim denetmek istediği zehirli iksirler, havaya uçurduğum geziler. Hiç yani.
Coğrafya öğretmenimiz beni süzdü. Tuhaf biçimde topallıyordu, sanki kas hastalığı varmış gibi. Neyse işte.
“Holmes, benimle gel,” dedi Bay Johnson.
“Sana bir şey söylemeliyim.”Beni arka bahçeye götürüp saatine baktı.
“Nerde kaldı bunlar?” diye mırıldandı.
“Kimler?” diye sordum.
“Boş ver, geldiklerinde anlarsın.”Bir an gökyüzünde kocaman bir kuş gördüğümü zannettim. Ama fazla büyüktü ve kanatları bir garipti. Bir an bunlar pegasuslar mı diye düşündüm. Ama pegasus diye bir şey yoktu. Yoktu, değil mi?
“Sonunda geldin,” diye seslendi Bay Johnson o şekle doğru.
“Tüm sene canavarlarla uğraştım ben!”“Canavarlar mı?” diye mırıldandım ama Bay Johnson beni duymazlıktan geldi.
Şekiller giderek yaklaşıyordu. Yanıma konduklarında hala gördüklerime inanamıyordum. Bunlar pegasuslardı ama hakikiydiler, yani illüzyon falan değildiler. Az kalsın düşüp bayılacaktım.
“Atla hadi kızım,” dedi ilk pegasusun üstündeki oğlan. Tatlıydı.
“Pardon da, ne oluyor?” diye sordum.
“Bak evladım, kısaca anlatmak gerekirsek Yunan tanrıları yaşıyor, şu an Amerika’dalar, senin baban Yunan tanrılarından biri, yani sen bir melezsin. Canavarlardan korunmak için çocukla gitmen gerek. Gittiğinde her şeyi açıklayacaklar.” dedi Bay Johnson.
Başım dönüyordu ama yine de ata bindim. Bana söylenenleri sorgulayacak durumda değildim. Pegasusun üstünde uyuyakalmışım.
Uyandığımda pegasus inmek üzereydi. Yere ayağımı basar basmaz kampçıların hepsi başımın üstünü işaret etmeye başlamıştı. Başımın üstünde altından bir ok ve yay vardı.
Diğer pegasusun üstünde çocuk yanıma geldi ve
“Biraz konuşalım,” dedi.
Bana her şeyi anlattı.
Tanrıları ve tanrıçaları, canavarları, kampı, melezleri… Başımın üstündeki işaretin ne anlama geldiğini sordum.
“Apollon,” dedi.
“Sen Apollon’un çocuğusun. Başının üstündeki işaretler belirdiğinde hiç tepki göstermedin. Neden?” diye sordu.
“Çünkü bayılmak üzereydim,” dedim. Güldü.
“Ya sen? Sen hangi tanrının çocuğusun?”. Sarı saçlarına bakarak onun Apollon’un çocuğu olup olmadığını tahmin etmeye çalışıyordum. Umarım değildir, üvey de olsa kardeşimle çıkmak istemem.
“Athena,” dedi gülümseyerek.
“Gel sana kulübeni göstereyim.”Kulübedeki herkes misafirperverdi. Bir tarafa okları ve yayları, diğer tarafa yatakları ve Apollon büyülerini yaymışlardı. Bana yatmam için bir yatak gösterdiler. Başdanışmanımız Lisa’ydı. Uzun sarı saçlı, yeşil gözlü tatlı bir kızdı.
“İzin ver başının dönmesini biraz geçireyim,” dedi. Ah tabi ya. Apollon aynı zamanda şifa tanrısıydı.
Elini alnıma koyarak ilahiye benzer bir şeyler mırıldandı.
“Artık yat,” dedi. Sözünü dinledim ve yatağa yattım. Çok geçmeden derin bir uykuya daldım. Melez Kampı’ndaki ilk günüm sona ermişti.
- Spoiler:
Başka sitelerde de Jenna Valerie Holmes adlı hesaplarım var ve aynı Rp. Sorun olmaz umarım.