Maya Creighton II. Kohort | Ceres Kızı
Lakap : May. Mesaj Sayısı : 74 Drahmi : 86 Kayıt tarihi : 26/10/11
| Konu: Myra Creighton. Çarş. Ekim 26, 2011 6:21 pm | |
| Daha bir ay önce yetimhanede fizik dersine giren kızın bu gün bir kampta -hem de normal bir kamp değil, Melez Kampı- Canavarlara Karşı Savunma sınavına gireceğini kim tahmin edebilirdi? Söyleyim, ben değil. Kader tanrıçaları öyle bir örmüştü ki ağlarını, değersiz bir kızı saygın bir avcıya dönüştürebilmişlerdi. Ve şimdi bu kız, bir gün önceden kampa gelip, sınavı için hazırlanıyordu. Diğer birkaç avcı da onunla gelmişti, ne de olsa bu zorunlu bir dersti. Avcıların da ders işlemesi bana her ne kadar saçma gelse de, buna uymak zorunda olduğumu biliyordum. Kurallar böyleydi, hem de kurallar alelade bir kişiden değil, Bilgelik Tanrıçası Athena'dan gelmişti. Biz de buna boyun eğmek zorundaydık. Dizlerimi karnıma doğru çekip, Chelsea'ye endişeli bir bakış attım. "Sence sınavda ne sorarlar?" Bu halim Chelsea'yi endişelendirmiş gibiydi. Yanıma oturdu ve yerde bağdaş kurdu. "Onların ne yapacağı belli mi olur? Bütün eğitmenlerin erkek olduğu bir derse gitmek zorunda olduğumuza inanamıyorum. Leydi bu konuda bir şeyler yapmalı." İç çekip ona baktım. Bu bakışım benim-sorumun-cevabı-nerede bakışımdı. Chelsea bunu anlamıştı. "Emin değilim Alex. Ama her ne olacaksa kolay bir şey olacağını hiç sanmıyorum." Ben bebek değildim. Sadece bir sınav için korkup kamptan kaçmazdım. "Anlıyorum Chels, yanımda olduğun için teşekkürler." dedim gülümseyerek. Artemis kulübesinin yaşanmışlık hissi olmayan koridorlarında gezinerek, Satellite'ın bana verdiği, eski bir avcıdan kalan odaya girdim. Aslında güzel bir oda sayılırdı. Yatak örtüleri, perdeler ve giysilerin çoğunluğu maviydi. Yatak örtüsünün üzerinde uyku başlığı takmış bir ay vardı. Ayrıca odada kocaman bir kütüphane vardı. Bu odanın kime ait olduğunu sorduğumda Satellite cevap vermemişti. Sanırım o kız gittiği için ona biraz kızgındı. Etraftaki nesnelere bakıp boşuna ayrılan kızın ebevynini çıkarmaya çalışmıştım ama yapamamıştım. İtiraf etmek gerekirse mitoloji hakkında daha önce hiç bir bilgim yoktu ve şimdi de sadece bazılarının ismini biliyordum. Ormanlarda dolanırken mitoloji bilgisine hiç ihtiyacım olmuyordu. Yani tam bir umutsuz vakaydım. Kızın dolabını açtım. Hiç de benim tarzım değildi giysileri. Mavi, mavi, siyah,mavi, gri... Hem de mavi de öyle bir maviydi ki, lacivertti adeta. Satellite'dan bir giysi istemek üzereyken maun dolabın alt kısmında bir şey çarptı gözüme. Elime aldım. Hiç giyilmemiş gibi görünen, pembe bir tulumdu bu. Kızın hiç tarzı değildi diğer eşyalarından anladığım kadarıyla. Ama benim için mükemmel, diye düşündüm. İçine giymek için mavi, kısa kollu bir badi bulduktan sonra pijamamı çıkardım ve bunları giydim. Ayaklarıma avcı botlarımı giyecek değildim, kızın ayakkabı çekmecesinden bileğe kadar gelen ve rahat görünen gri botları ayağıma geçirdim. Tamam, belki de kıyafetlerim pek uyumlu değildi ama hiç yoktan iyiydi. Beni terletmesin diye saçımı atkuyruğu yaptıktan sonra odadan çıktım. Avcılardan ses seda çıkmıyordu. "Ben Canavarlara Karşı Koruma zımbırtısının sınavına gidiyorum!" diye seslendim. Avcılardan bir tepki gelmese de duyduklarını biliyordum. Ormanda o kadar canavarların seslerini dinleme alıştırması yaptıktan sonra her sesi duyabileceklerinden emindim. Artemis kulübesinin her yanı gibi beyaz olan kapısını açtım ve dışarı çıktım.
Etrafta koşuşturan melezlere hiçbir zaman alışamamıştım. Bana o kadar yabancı geliyorlardı ki... Benim dışımda herkes birbirini tanıyordu sanki, herkesin yanında biri vardı. Ama ben yalnızdım. Avcılar her zaman bana destek oluyordu, tamam ama bu bazen yeterli olmuyordu. Melez Kampı'nda melezlerden biri gibi hissetmek istiyordum. Bu şimdilik imkansız görünüyordu. Hasretle arkadaşlarıyla sohbet ede ede yürüyen melezlere bakarken dışarı çıkma amacımı hatırladım ve irkilerek hızla ormana doğru koşmaya başladım. Canavarlara Karşı Korunma dersine gittiğim için dersin ormanda yapıldığını biliyordum. Sınavın da ormanda yapılacağını düşünerek koşuyordum. Zaten geç kalmıştım, bir de ormana gittiğimde orayı bomboş bulursam dersliklere kadar gitmek benim için çile olacaktı. Nefes nefese ormana ulaştığımda Zeus'a şükrettim, çünkü buradan bile fısıltıları duyabiliyordum. Umarım ders başlamamıştır, diye düşündüm. Bu kadar da karamsar olmak hiç iyi değil, dedi zihnimdeki bir ses. Belki de, ama elimde değil, diye yanıtladım içimden. Tanrılarım, kendi kendime konuşmayı kesmeliydim. Avcılığın verdiği maharetle ağaçların arasından sessizce ilerledim. Sonunda ders için toplanılan açıklığa ulaştım. Öğrenciler çimenlerin üzerinde oturuyordu. Dersimizin eğitmenlerinden biri olan Edward da bir ağacın altında kestiriyordu. Yüce Artemis, burada onca kişi onu bekliyordu,o ise tembellik yapıyordu. Ne kadar ayıp bir şeydi! Zaten erkek eğitmenler de bu kadar olurdu. Daha önceki dersimize o girmemişti ama iyi ki derse girmemiş, diye düşündüm. Bu ilgisizliği hiç de hoşuma gitmiyordu. Sıkıntıdan kendi aralarında konuşan melezler topluluğunun arasına oturdum. Sonunda Apollon oğlu Edward beyefendi kalkmaya tenezzül etti. "Evet millet, bendeniz Edward Jamie Newgate. Bazılarınız beni Yon olarak tanısa dahi gerçek ismim budur. Bana Edward şeklinde hitap edilmesinden hoşlandığım ise farklı bir gerçek. İsim konusunu bir kenara bırakırsak, bu gün sizi yeteneklerinizi ölçmek ve sınavınızı yapmak adına topladım." Çoğu kişi saatlerine baktı ve 'Nihayet' diye mırıldandı. Sınav öncesinde oldukça heyecanlanmıştım, ama Edward kalkıp konuşmaya başlayınca heyecanımdan eser kalmamıştı. Sadece merak kalmıştı geride. Edward sözüne devam etti. "Sınavın konusuna gelirsek... Bir kaç hafta önce Robyn ile yaptığınız derste her biriniz bir canavarın özelliklerini tanıttınız. Anlattığınız canavarın kendisini de bildiğinizi varsayıyorum. Sınavınızda anlattığınız canavar ile yüzleşeceksiniz!" Edward'ın bu dediğini idrak etmekte bayağı zorlandım. "Olamaz." diye mırıldandım ister istemez. Ben bir değil üç tane canavar anlatmıştım, hem de bunlar Hekatonkheir'lerdi. Başım gerçekten dertteydi. Üçüyle birden baş etmek neredeyse imkansızdı. İyice paniğe kapılmıştım. Bir an kalkıp Edward'a bunu söylemeyi düşündüm ama bu davranıştan sonra herkesin beni mızmız sanacağını anladım. Bunu göze alamazdım. Bir avcı olarak her türlü canavarla savaşmam gerekti. "Sakin olun! Kimse burada ölmeyecek ya da yaralanmayacak. Eğer konuşmamın sonuna kadar dinlerseniz size ayrıntıları açıklayacağım." Edward bunu diyene kadar etrafımdaki melezlerin fısıldaştığını farketmemiştim. Ders başlamadığından önce yaptıklarından farklı bir fısıldaşmaydı bu. Bu endişe doluydu. Benden daha kötü durumda olanlar da olabilirdi. Yenmesi imkansız canavarları anlatmış olanlar yani. Yine de halime şükretmeliydim.
Edward'ın yerinde kalkması düşüncelerimden sıyrılmamı sağladı. Bir ağacın altına gidip orada olduğunu daha önce hiç farketmediğim ağaç bir kutuyu çıkardı ve bizim görebileceğimiz bir yere taşıdı. O kutunun kapağını açarken açıklıktaki birçok melez gibi nefesimi tutmuştum. İçinde ne olduğunu gerçekten merak ediyordum. İçindekini ne sanıyordum bilemiyorum. Belki Hephaistos çocukları tarafından yapılmış muhteşem bir alet ya da silah. Ama Edward bütün beklentilerimi suya düşürdü. El kadar metal bir aletti çıkardığı. Bunlardan bir sürü vardı, hızla bunları bize dağıttı. Elimde evirip çevirdim ama ne olduğunu bir türlü çözemedim. "Elinizde gördüğünüz şey sınav kağıdınız denebilir." dedi Edward. Tek kaşımı kaldırarak minik alete baktım. "Soru sormadan önce beni izleyin ve öğrenin. Tayfun'u anlatanlar dahi sorusuna cevap alacaklar. Şimdi yaklaşık 15 metre geri çekilin." Şimdi iyice meraklanmıştım. Biraz korku da vardı ama merak ona baskın çıkmıştı. Birkaç korkak melez ağaçlara kadar gerilemişti, hatta birkaç ağacın arkasına saklananlar bile vardı. Ben ise göz kararı 15 metre geride durdum. Heyecanla Edward'ın ne yapacağına bakıyordum. Edward elindeki aleti yere koydu ve "Tayfun!" diye bağırdı. O minik aygıt birden kocaman oldu. Bir saydam bir küp şekline geldi. Edward da küpün içindeydi. Birkaç melezden hayret nidaları yükselmişti. Ama asıl hayret nidaları küpün içinde Tayfun'un belirmesinin ardından yükseldi. Normal Tayfun'un dev gibi olduğunu biliyordum, Leydi Artemis bana ondan bahsetmişti. Bu daha çok Tayfun'un bebekliği gibiydi. Tek fark şuydu: Bu da inanılmaz korkutucuydu. Tayfun ona doğru kükrer ve hamle ederken Edward hiçbir şey yapmadı. Bu çocuk aptal mıydı? Ne yapıyordu böyle! Tayfun büyük bir güçle Edward'a vurdu, çocuk küpün bir yüzüne çarptı ve yere yığıldı. Ama gözleri kapanmamıştı. Oldukça acı çekiyor olmalıydı. Bir an, sadece küçük bir an ona acıdım. Ama sonra nefret geri geldi. "Sınav bitti!" diye bağırdı Edward ve Tayfun yok oldu. Küp yine minik ve metal boyutuna döndü. Birkaç çocuk Edward'a yardım için hamle etti ama Edward oldukça sağlıklı görünüyordu. "Bu gördüğünüze similasyon adını verebilirsiniz. Tayfun ya da Ekidne ile dövüşecek olanlar onların boyut olarak küçülmüşü, güç olarak ise zayıflatılmışıyla karşılaşacaklar. Küpün içindeyken acıları hissedeceksiniz. Ve yaratıkları gözünüzle göreceksiniz. Örnek olarak vermek gerekirse az önce iki tane kaburga kemiğimi kırdım. Ancak sınav bittiğinde yaralarınızda canavarınızla beraber toz olacak. Sınavın asıl konusuna gelirsek sizin anlattığınız canavar ile herhangi bir zayıf noktasını bulana kadar dövüşmenizi istiyorum. Sınava başlamak için elinizde bulunan alete canavarınızın ismini. Bitirmek için ise -sınav bitti!- şeklinde bağırmanız yeterli. Şimdi ilk olarak gelecek bir gönüllü istiyorum." Kimseden ses seda çıkmıyordu. Sadece birkaç fısıldama duyuluyordu arada. Asla bir şeylere ilk katılan ben olmazdım ama bu benim kampta bir şan kazanmamı sağlayabilirdi. Melezler beni tanırdı, her şey daha iyi olabilirdi. Bu düşüncelerle elimin havaya kalktığını hissettim. Gözler bana döndü. "Ben gönüllüyüm." dedim herkesin duyabileceği bir sesle. Edward beni süzdü ve başıyla onayladı. Birkaç adım öne çıktım. "Geçen dersten hatırlamayanlar için, adım Alexa. Artemis'in avcılarındanım. Geçen ders Hekatonkheir'lerden bahsetmiştim. Onlardan üç tane var; Kottos, Briareus ve Gyes. Sanırım bugün üçüyle de savaşacağım. Ama daha güçsüzleştirilmiş bir şekilde karşıma çıkacaklarsa pek bir sorun yok." Kendi yaptığım açıklama bana cesaret vermişti. Gergin ama hazır bir şekilde öne çıktım. Edward'ın neler yaptığı aklımdaydı, ben de metal nesneyi yere koydum ve "Hekantonkheir'ler!" diye bağırdım. Metal nesne büyüdü, büyüdü ve şeffaflaştı. Birden kendimi onun içinde buldum. Nefes sıkıntısı çekeceğimi sanıyordum ama gayet iyi nefes alabiliyordum. Şeffaf küpte zar zor görebildiğim kum taneleri vardı. Tam incelemek için eğiliyordum ki havalandılar ve normal bir insandan daha uzun, oldukça fazla kafalı ve kollu üç tane yaratığı oluşturdular. İnsanın ağzını bir süre açık bırakıyorlardı ama o kadar da vahşi görünmüyorlardı. "Hey, merhaba?" diye seslendim onlara. Yüz elli baş bana döndü. "Adım Alexa, canavarlar. Bugün sizi yenmem gerekiyor." Canavarlar ilk önce bana ters ters baktı. Sonra niyetimin iyi olmadığını anlayıp kollarını bana doğru uzattılar. Edward'ın dediğini yapmaya çalışıyordum. Onlarla savaşmalıydım. Ta ki zayıf noktalarını bulana kadar. Liberté'yi kolumdan çıkardım. Hızla bir kılıca dönüştü. Kılıcımı onlara doğru kaldırırken onlara daha iyi baktım. Kederli ve korkmuş insanlara benziyorlardı. Gerçek Hekantonkheir'ler yıllarca esaret altında kalmıştı. Sanırım bu hüzünleri hologramlarına da yansımıştı. Her ne kadar içim parçalansa da kılıcımı tutmaya devam ettim. Gyes'e hamle ettim ama bu sorun değilmiş gibi iki eliyle beni durdurdu, bir eliyle de kılıcımı kaptı. Kollarımı ve bacaklarımı bütün gücümle sağa sola sallayarak ondan kurtulmaya çalıştım. Melezlerin gülüşme seslerini duyabiliyordum. "Yenilmeyeceğim!" diye bağırdım. Savaşma seçeneği hiç iyi gitmemişti. Şimdi sıra ikinci seçenekte. Onları oyalamak. "Tamam, tamam, siz kazandınız yüce yüz kollular." dedim. Gyes şaşkın bir şekilde beni yere bıraktı. Konuşmaya devam ettim. "Yani, sizin kollarınız çok ünlü, ama başlarınız o kadar da değil. Niye ki? Başlarınızın ne eksiği var? Aslında onlara gerek bile yok, zaten yüz kolunuz size yük oluyor, bir de elli baş... İşiniz bayağı zor anlaşılan." Kottos ve Briareus katılırcasına başlarını salladı ama Gyes hala şüpheciydi. "Çok zor bir işiniz var değil mi? Çok da stresli olmalı. Düşünüyorum da, birbirinize masaj yapmanız kolay olmalı. Tabii bu yeterli değil, Zeus size daha fazla mesai günü vermeli. Tabii ilk önce bir mesai vermeli. Siz de kaplıcalara gidip iyice bir rahatlamalısınız." Gyes'in kuşkusu da uçup gitti ve elinden kılıcımı düşürdü. "Sizin gibi harika yaratıkların bekçi olmasına dayanamıyorum, bu büyük haksızlık. Birileri bu konuda harekete geçmeli." Hepsi kız haklı, dercesine başını salladı. Bu konuya öyle odaklanmışlardı ki, benim kılıcımı kavrayıp arkalarına geçtiğimi farketmediler. İlk hamlemi Gyes'e yaptım. Kılıcımı tam sırtından soktum. Gyes kükredi, diğer kardeşleri de bana döndü. Gyes tekrar toza dönüşürken diğer ikisi bana baktı. "Üzgünüm çocuklar, bu sınavdan geçmem gerek." diyerek onlara hamle ettim. Ama Kottos kardeşini toza çevirdiğim için bayağı kızgındı anlaşılan. Kükredi ve birkaç elini bana savurdu. Küpün kenarına çarptım. Bir ana nefesim tıkanmış gibi olmuştu. Doğrulmaya çalıştım, iki canavarda bana doğru geliyordu. "Yüce tanrıça Artemis adına!" diye bağırıp yine onların üzerine yürüdüm. Briareus kolllarıyla beni sarmaya çalıştı ama küçükken bale kursuna gitmiştim ve böyle şeylerden sıyrılmada gerçekten iyiydim. Etrafımda dönüp yere eğildim ve hızla birkaç adım atıp saldırmamı beklemeyen Kottos'a yaptım. Yüzünde bir şaşkınlık ifadesi, yavaşça toza dönüştü. Briareus iç parçalayan bir çığlık attı. "Seni pis melez! Kardeşlerimi öldürdün!" diye bağırdı bana. Vay canına, diye düşündüm. Konuşabiliyormuş. Kılıcımı kavrayıp elimle 'gel bakalım' işareti yaptım. Canavar kızgınlıkla üzerime atıldı. Benim şu anda bir avantajım vardı, öfke gözünü kör ettiği için doğru düzgün savaşamayacaktı. Elleriyle üzerime saldırdı ama ben yana çekildim. Saldırdığı yerde olmadığımı görünce etrafına bakındı ve beni gördü. Tekrar beni yakalamaya çalışırken sağıma kaydım. Yüz kollu yine beni ıskaladı. Bu böyle birkaç kere daha sürdü. Briareus zaten kızgındı, beni eline geçiremeyince daha da kızıyordu. Yüzümden sırtıma terler akarken bu savaşın fazla uzadığını farkettim. "Aa bak Briareus! Bunlar kardeşlerin değil mi?" dedim bir yönü göstererek. "Hayır, onlar sadece me-" O kafalarını çevirmişken kollarından birkaçını biçmiş ve göğsüne ulaşmıştım. Kılıcımı tam kalbine sapladım. Bu arada birkaç kolu reflekssel olarak bana vurmuştu, yine nefes almakta zorluk çekiyormuş gibi hissediyordum. Öksürmeye ve boğazımı açmaya çalıştım. Briareus da toza dönerken "Sınav bitti!" diye bağırdım can havliyle. Küp küçülür ve yüz kollu kardeşlerden eser kalmazken nefes alabildiğimi ve yorgun olmadığımı farkettim. Vücudumdaki bütün açılan sıyrıklar da geçmişti. "Vay canına..." diye mırıldandım. Metal nesneyi yerden alırken birkaç melezin tebrik eden seslerini duydum. Çoğu bana gülümsüyordu, hatta küçük bir kız beni alkışlıyordu. Mutlulukla gülümsedim. Bu her şeye değerdi. Bu kadar sıkıntı çekmeme de. İnsanların bana böyle değer vermesi için her şeyi yapabilirdim. Kılıcımı tekrar bileklik haline getirip bileğime doladım. Bu kadar hareket sahiden de bünyemi altüst etmişti. İçten içe bu yaşadığım şeyi avcı kardeşlerime anlatmak için sabırsızlanıyordum. Sadece gülümsedim ve açıklıktan ayrılıp hızla kulübeme doğru yola çıktım. | |
|
Demeter Yönetici | Tanrı/Tanrıça
Lakap : Mevsimler ve Anne Sevgisi Tanrıçası. Mesaj Sayısı : 111 Drahmi : 165 Kayıt tarihi : 21/10/11
RP Puanı RP Puanı: (100/100)
| Konu: Geri: Myra Creighton. Çarş. Ekim 26, 2011 7:06 pm | |
| RP puanınız 100 aramıza hoş geldiniz. ^^ | |
|