Hayatınızdaki tüm seslerin kesildiğini ve benliğinizle baş başa kaldığınızı hissetmek, kolay değildir elbet. Sıkıcı bir tekdüzelik içinde akrebini yelkovanına katarak ağır ağır işleyen saat bile zamanın bilinmezliğe aktığının vahametini ortaya koyarsa üstelik, umutsuzluk ağır bir yüktür üzerinizde. Daima önüne çizilen yolları takip etmiş biriyseniz, bilinmezlik hissi içinizde ağır ağır yayılan bir hastalık misali zihninizi çürütür. Zaman, mekan hatta güven kavramını kendi içinizde yitirirsiniz bile. Bildiğiniz evrenin ve onun getirisi olan gerçeklerin ötesindeki kavramların varlığını, hatta o kavramlarla bir bütün olduğunuzu bilmek ise idrak edilmesi güç bir vaziyettir. Hayatı Londra'nın yağmurlu sokaklarında, ihtişamlı saat kulesi Big Ben'i gören fildişinden kulesinde ve ona bir faninin görüp görebileceği nadir zenginlikleri sunarak şatafatın gölgesinde izole bir yaşam sağlayan annesiyle beraber geçen Audrey için derin, etkileyici gözlerinin rengini aldığı denizlerin ve yeryüzündeki depremlerin Tanrısı olan Poseidon'un kızı olduğunu öğrenmek, kolay bir vaziyet sayılmazdı. Aslında, annesi için ondan hallice bir yıkım olmuştu bu durum. Hırslı bir kadın olan annesi, onun için daima en iyisini istemiş, bunun üstüne de Tanrı Poseidon'un onları ikili yalnızlığa terk etmiş olması hırsını alevlendirmekle kalmamış, Audrey'i hırslarına alet etmesine sebep olmuştu. Onu kibirli, ne istediğini bilmeyen ve patavatsız bir genç kız olarak yetiştirmişti. ''Evren senin tek ve en büyük düşmanın, Audrey. Bu yağmurlar gözyaşlarını gizlemek için, geçen yıllar gençliğini çalmak için ve sana verilen vicdan ruhunu sefil kılmak için, unutma. O evrenden intikamını al kızım, bütün zenginliklerine ve elde edebileceğinin en fazla güce sahip olarak.'' Henüz bir çocukken annesinden işittiği bu sözler, zihninin bir köşesine yerleştirerek yıldırıcı hayat görüşünü benimsemişti Audrey. O da mutsuzluğa ve daimi tatminsizliğe tutsaktı, tıpkı annesi gibi. Henüz kabullenemediği ve kabullenmekte zorluk yaşayacağı yeni yaşam alanında göz gezdirirken, içini hala hırsın ve en yakını tarafından doldurulmuş düşüncelerin huzurdan ırak raksı bürümüştü. Bir ceylanınkine benzer şekle sahip, okyanusların gizemli derinliklerinin rengini almış gözleri buz gibi keskin ve itici bakışlarla etrafı seyre dalmıştı. İnce pembemsi dudaklarını memnuniyetsiz ve sitemkar bir edayla büzmüş, omzuna kestane rengi ipekten bir örtü misali nazikçe inen saçlarını baş parmağına dolayarak henüz olgunluğa erişmemiş, şımarık bir genç kız izlenimi vermekteydi. Yunan tapınaklarının zeminlerini anımsatan kırık beyaz tonlarındaki mermerle kaplı yerlere sıkıntıyla fırlattığı yarısına dek açılmış bavulunun içinden zarafetle süslü bir renk cümbüşü veren elbiseleri seçilmekteydi. Aynı beyaz tonlarındaki eskitme şifonyerinin üzerinde asılı duran, etrafı rengarenk deniz kabukları ve yer yer incilerle süslü olan aynasında suretini seyre dalmış olmasına rağmen, odanın her ayrıntısı zihninde yer etmişti bile.
Gökyüzü mavisi tonlamasındaki duvarlar, kulübenin sol kanadının açıldığı bahçedeki minik havuza bakan tavana dek uzanan heybetli pencereler ve o pencereleri saran krem rengi, eski model tül perdeler.. Hatta, şifonyeri ile pencereler arasında duran, odanın tek ışık kaynağı olan gece mavisi rengini almış, bronz gövdeli abajur.. Pür dikkat seyre daldığı aynadan, içerisindeki ışığın odaya dek saçıldığı havuzun bulunduğu bahçeye gitti gözleri usulca. Kim bilir, kaç sefer seyre dalacaktı orayı. Zaman zaman içini hırs bürümüş vaziyetiyle, zaman zaman ihtirasın bedenini alevlere sardığı akşamlarda ve kim bilir daha ne zamanlarda... ''Alışacaksın bir gün, burası olmasa bile daima aynı yerde kalmayacaktın ki Audrey.'' Kendinden üçüncü şahıs olarak bahsetmeyi severdi, fakat bu kendine olan yabancılığının göstergesiydi. Kibir bürümüş gözlerini açıp bir defa olsun irdelememişti benliğini. Daima annesinin olmasını istediği kişiyi oynamıştı hayat sahnesinde. Fırsattı bu yeni hayat belki de, kim olması gerektiğini öğrenmesine...