Huşu içinde geziniyordu gözleri odanın içinde. Kaya misali sert ve duyarsız duruşunu koruyordu yine. Düşmanlarını, hatta yakınlarını bile yıldıran şey daima bu duruşu olmuştu, vereceği tepkinin belirsizliği ve duygularını yenilmez bedenine umarsızca hapsedişi.. Sükunetini koruyan kararlı duruşuyla bile yenilmezlik çemberini etrafına sarmayı başarıyordu. Elbette bu evvelden beri değildi, o kadar çok deneyim geçirmişti ki yaşam ona kendi elleriyle yenilmezliği teslim etmişti. Küllerinden usulca ve beklenmedik biçimde sil baştan doğan bir anka kuşu misali, hatalarının ardından dibe vurup, doğru yolu bularak yükselişe geçmişti. Henüz çok geçmemişti, belki de saatlerdi ona yıllar misali uzun gelen. Bu geceyi asla unutmayacaktı, Roma Kampı'nda kendini buluşunu. Hatta, sığınmasını. Fakat kanına dokunuyordu bu gerçek. Zira o af dilememeye yeminli bir Minerva evladıydı. Doğuştan gelen asi kanının nitelikleriydi onu hala kararlı kılan. Diz çökmezdi, sığınmazdı, gücünün son zerresinde olsa bile. Fakat, ona çizilen kader buna el vermemişti. Aslında yavaş yavaş alışıyordu değişik yaşam koşullarına. Onun için değişik yaşam koşulları normalden apayrıydı. Zira, ruhsal sorunlar yaşayan ve onunla bir nebze olsun ilgilenmeyen alkolik bir babası olmuştu. Notre Damme Kilisesi'nin etrafındaki ücra köşelerden birindeki eski evinde iki kişilik yalnızlık içinde, ara sokakların Paris şehrinin ihtişamından uzak acımasızlığında kendi kendine hem annelik, hem de babalık etmişti. Yuvası bile saymadığı yerden tez uçmuş, iftirakın hüznüne kanmayarak yalnızlığın doruklarına ulaşarak hiç bilmediği bir yere gitmişti. Bir günahkara dönüşeceği Vatikan ev sahipliği etmişti yeni yaşamının başlangıcına. Hakkındaki gerçeklerden uzakta günleri aylara katmış, yılları gökyüzünde kayan yıldızlar misali hızlı geçirmişti. Paris'ten Vatikan'a yapayalnız bir göçebe misali gitmesinin sebebine kafa yormamıştı hiç, onun için mekan kavramı anlamını tümüyle yitirmişti. Vatikan; beyaz ve arınmış görünen ancak arka planda günahların ve karanlığın kol gezdiği bir yerdi onun için. Oradaki trajik gerçeği sade ve sadece o bilebilirdi. Vatikan'ın onu nasıl usul usul dibe çektiğini de. Dört duvara bile sığınamamıştı, kilise çanlarının hüzünle kulaklarına çalındığı kara geceleri ise zihninden savurup atmış değildi hala. Ölümle ve günahlarla kapı komşusu olmuş, kirli bir çeteye girmişti. Suçu, gücün zalimliğe dönüşerek ruhunu sefil düşürüşünü idrak bile edemeyecek kadar kör olmuştu o vakitler. Narin bir hanım evladına yaşanmışlıkları kadar uzaktı o, hatta normal bir genç kıza bile. Yaptıklarıyla Vatikan'ı şahsı için kara kaplı bir defter haline getirerek, sefil çetesiyle beraber bambaşka bir yere kaçmıştı. Moskova'nın buzlarla kaplı sükunetine sığınmışlardı. Günahkardı, böyle olara içinde yokluklarla ve yapayalız büyümenin acısıyla zalimleşiyordu, yaralarını saracağına her an biraz daha kanatıyordu. Her zalimliğinde, bir damla zehir daha katıyordu benliğine. Önceleri deneyimlemediği aşk duygusu, ruhunu sardığındaysa dibe vuruşu hız almıştı adeta. Zayıf düşmüştü ruhu, onu zorlayan sefil hisler yüzünden. Kandırılmaya müsait gelmişti. Ne kadar güçlü olduğunu idrak edememesi, ona sefil bir düşüş yaşatmıştı. Bir türlü susturamadığı yüreğinin sesi götürmüştü onu o uğursuz sokaklara. Farklı niyetlerle yaklaşmıştı ona sevdiği adam, bunu idrak edip engel olmaya kalkıştığında ise tehlikeyi sadece çağırmakla kalmamış, cahil cesareti kadar hızlı bir biçimde ona atılmıştı adeta. Güçsüz kesildiği anda, o sevdiği adam düşüşünü memnuniyetle seyredip, onu Moskova'nın soğuk beyaz örtülerle kaplı ara sokaklarında bırakmıştı. Kendini bilmez bir halde, iliklerine kadar donarak yattığı o anlar ve o hatırına geldikçe ürpermesine sebep olan sokağın izleri hala sert ve keskin yüz hatlarında gizliydi.
Zihninde hışımla dolanan tilkilerdi ona göre bu hatıralar. Sinsi ve yokluğa sürükleyen.. Babasının adını anmak dahi istemiyordu, fazlasıyla olgulaşmış olsa dahi hala yaşadığı talihsizliklerden onu sorumlu tutuyordu. Annesi Tanrıça Minerva'yı bile henüz kabullendiği söylenemezdi. Zira, o sürüyle felaket yaşarken ona bir nebze olsun yol gösterilmemişti. İçindeki nefret şüphesiz tek gerçeğiydi. Düşüncelerini ve içine hapsettiği yaşanmışlıkları o an için savurmak istercesine harekete geçti. İçinde silahlar ve birkaç parça kıyafet bulunan bavulunu hışımla yere bırakıp, mavinin en duru tonlarının harmanlandığı geniş ve yumuşak yatağına kendini bıraktı. Aralarında ışıltılı sarı gölgelerin olduğu koyu kumral tonlarındaki uzun, hafif dalgalı saçları yastığının üzerinde ipekten bir örtü misaliydi. Sert yüz hatları biraz olsun rahatlamanın etkisiyle daimi gerginliğinden sıyrılmış, yüzüne memnuniyetin ifadesi gelmişti. Bronz teniyle hoş bir uyum içerisinde olan bir kedininki misali şekle sahip, etrafı sürmeli gözlerini hoşnut bir ifadeyle kısmıştı. Daima kararlılıkla etrafa sert bakışlar atan gözleri, kahverenginin en derin tonlarını almış birer değerli taş gibiydi incecik yüzünde. Ve bu sefer ilk defa hoşnut bakışlar atıyordu genç avcı. Bilgelik Tanrıçası'nın göçebeliğe alışkın evladı, artık yerleşik yaşama geçmişti. ''İdrak et Evangeline, benliğindeki gücü rahata ve yersiz hislere yenik düşürmeden idrak et. Onu unutma ki, sefilliğe düşmeyesin.'' Her gece tekerrürde bulunduğu bu özleri, bu sefer başka söylemişti. Rahat sözcüğü girmişti araya, zira ömründe rahat hissedebildiği belki de tek andı...